Hayat her zaman insana bir kelebek aracılığı ile mutluluk öpücüğü göndermiyor. Bazen de gözünün önünde kan dondurucu olaylar gerçekleşirken seyretmekten başka hiçbir şey yapamamanın derin üzüntüsünü de yaşatıyor maalesef.
Bugün Çanakkale’nin meşhur “Aynalı Çarşı”sını yazacaktım. Hani şu 1970’li yılların bir kapısı Sarraflar Caddesine açılan, içinde kuşçusu, saatçisi, terzisi, gümüşçüsü, zücaciyecisi, konfeksiyoncusu ve bir iki de kıyafetçisinin yer aldığı, üzeri çeşit çeşit renklerde tentelerle kapatılan, aydınlık ve sıcak Aynalı Çarsı.
O aydınlık, dükkân sayısı az olmasına rağmen sıcaklığı iç ferahlatan Çarşı gitmiş, yerine kale duvarları gibi göklere doğru yükselen, dükkân sayısını artıracağım diye yaya alanı daraltılmış, kale burçlarını andıran yüksek duvarlarının üzeri de kapkara bir çatı ile kapatılmış, karanlığı gibi iç karartan, yalnızca hediyelik eşya satılan, bir devlet büyüğümüzün tabiri ile “ucube” bir yapı oturtulmuş.
O, iç daraltan atmosferden kendimizi caddeye atınca ferahlamıştım. Bir zamanlar başkanlığını yürüttüğüm bir gençlik derneğinin de üzerinde bulunduğu caddeden, hem derneğin o tarihi binasını, hem de okuldan kaçarak sabahladığımız bazı geceler çorbasını içtiğimiz “Kuledibi İşkembe Çorbacısı’nın yerini göstermek amacıyla eşim ve eski bir okul arkadaşımla saat kulesine doğru yürümeye başladık.
Saat Kulesi’nin önünde resim çekilmekle meşgul olduğumuz sırada bir kadının korku ve endişe dolu haykırışı etrafı çınlattı.
“Kendini aşağıya atacak! Durdurun onu.”
Sesin geldiği yöne döndük diğer insanlar gibi biz de. Siyah giysili bir kadın bağırıyor ve üç katlı bir binanın terasını gösteriyordu. Ama etrafta görülen kimse yoktu. Yakın binaların balkonlarında ve pencerelerinde dolaştı gözlerimiz. Herkes gibi biz de kimseleri göremiyorduk. Kadın durmadan bağırıyor ve “Duvarın üstüne çıktı. Sonra da arkaya düştü,” diye ısrarla iddiasını sürdürüyordu.
Meraklı gözlerle kadının gösterdiği tarafı taramayı sürdürdüm. Bir süre sonra kadının gösterdiği binanın terasında belden üstü çıplak, kirli sakallı yirmi yirmi beş yaşlarında bir genç belirdi. Yüzündeki ifadeyi anlayacak kadar yakınımızda değildi. Önce iki elini terasın duvarlarına dayayıp hafif öne doğru eğilerek etrafı seyretti kısa bir süre, birini ya da birilerini arar gibi. Bağıran kadının da uyarısıyla endişeye kapılan meraklı kalabalıktan çığlık sesleri ve “Yapma evladım!” nidaları yükselmeye başladı anında.
Onun yaşlarında bir kız ve bir erkek diğer sokaktan koşarak geliyor bir yandan da bağırıyorlardı. “Saçmalama! Aptallık etme!” Onların yaklaşmaya başladığını gören genç, elleriyle destek alarak, beline kadar yükseklikteki terasın duvarına çıkıp oturarak ayaklarını duvardan aşağı sarktı. Toplanan Kalabalığa doğru ellerini açarak “Ne var?” der gibi bir hareket gözledik dudaklarında. Sonra arkaya doğru eğilip yerden aldığı teneke kutudaki sıvıdan bir yudum içip, kutuyu terasın duvarının üzerine bıraktı.
Önce haberlerde izlediğimiz türden bir şov yapacak diye düşündüğüm için bir şeyler söylemesini bekledim. Ama hayır! Hiçbir şey söylemeden kendine doğru bağırarak koşan gençlere baktı. İki genç iyice yaklaşmıştı binaya ki ellerinden destek alarak aşağıya doğru sarktığı bacaklarını ileri uzattı. İlk defa karşılaştığım böyle bir davranış karşısında donup kalmıştım. Belli belirsiz bir kelime döküldü dudaklarımdan fısıltı şeklinde: “Hayır!” ve binaya doğru ben de koşmaya başladım.
Sonra parmaklarıyla iterek kendini boşluğa bıraktı herkesin şaşkın bakışları arasında terastaki genç. Bu sefer istem dışı ben de bütün gücümle bağırdım: “Hayıııır!”
Düşene kadar izlediğim gencin, yere çakıldığında çıkardığı gürültü kulaklarıma saplandı. Önümdeki kalabalıktan, yere ne şekilde düştüğünü göremedim ama yanına vardığımda ayakları bükülmüş vücudunun sol yanına doğru yere yığılmış, hareketsiz yatıyordu. Ses çıkarmıyor ama nefes alıyordu. Üzerine düştüğü sol kolunun kırılmış olduğu belli oluyordu. Yere değen yüzünün altından, yolun taşlarının üzerine hafif bir kan sızmaya başlamıştı.
Bu sefer üzücü bir olayı yalnızca seyredebilmiş, bu sefer ki seyredişimde, kelebeğin uçuşunu seyrederken yaşadığım mutluluğun verdiği gönül huzurunun yerini, çaresiz bir üzüntü kaplamıştı.
Kendini üçüncü katın terasından kesme taşlarla örülmüş yola bırakan ve yerde hareketsiz yatan gencin yanına gelen iki gençten erkek olanı bağırıyor yerleri tekmeliyor, duvarları yumrukluyordu. Bir taraftan da bağırarak söyleniyordu: “Allah belanı versin. Değdi mi lan? Değdi mi o kız için?”
Ambulans geldiğinde sedyeye yerleştirildiği sırada kendine gelen yerdeki genç doktorlarla konuşmaya başladı. Ama olay yerinden uzaklaştırıldığımız için neler söylediğini anlayamadık.
Ölümcül bir yara almış olup olmadığını öğrenemedik yalnız kalabalık arasında onu tanıyanların anlattıklarından “Kız arkadaşı onu terk ettiğinden intihara kalkıştığını” söyleyenler oldu.
Olayın etkisiyle Hayata yeni başlayacak bir genci, nasıl bir neden ve ne tür bir ruh hali intihara sürükler diye araştırırken, son zamanlarda adından sıkça bahsedilen bonzai bağımlılığının oluşturduğu, “ölüm tribi” ile karşılaştım.
Bir psikiyatrın: “Bonzai türü haplar, kullananlarda ölüm tribi oluşturmaktadır. Dramatik de olsa yaşadıkları bu tür olaylarının paylaşılması, hem kendi adlarına hem de sonraki kuşaklar adına bir iz bırakmakta ve uyarıcı özellik taşımaktadır,” sözlerinden sonra yazmayı görev bildim.
Evet, bugün çok üzgünüm. Izdırap veren böyle bir olayı yaşamış olmaktan da yazımda sizlerle paylaşmış olmaktan da. Bağışlayın…