Neredeyse bir yıldır, istisnasız her gün bir akrabamızın, bir arkadaşımızın, bir tanıdığımızın ölüm haberini aldığımız, ruhumuzu karartan, yüreğimizi acıtan bu lanet virüsün etkisiyle; artık ‘sıra bize ne zaman gelecek, ne kadar yakınımıza geldi’, korkusuyla; en yakınlarımızdan bile uzaklaştığımız, ruh sağlığımızın büyük yara aldığı bu karanlık dünyadan sizi alıp, başka bir dünyaya taşıyacağım bugün.
Yakın bir geçmişte(yaklaşık yirmi gün) daha önceden tanımadığım bir kişinin mesajı üzerine, kendisiyle irtibata geçme gereği duydum. Ortak bir arkadaşımıza götürdü bizi sohbet. Bugünlerde yazmakla meşgul olduğum ikinci romanımda “aşk” teması işlediğimi öğrenmiş. “Aşk diye bir tema işliyorsanız, bilmeniz gereken çok büyük ve gerçek bir aşk hikâyesi var ve ben size bu aşk hikâyesinden yaşanmış anılar göndermek istiyorum,” dedi, meçhul kişi. Sonra da ekledi. “Bu aşk hikâyesinin taraflarından biri benim, diğeri de senin çok yakın bir arkadaşın.”
Sonra arkadaşıma ulaştım tabi. Biraz hayret, bira da sitemle konuyu açtım ve sordum: “Benim böyle bir aşktan ve böyle bir kişiden neden haberim olmadı?”
Şimdi aldığım cevaba dikkat edin lütfen!
“Ben onun adını, içinde ‘adam’ kelimesi geçen yer isimlerinden, onun adı telaffuz edildiğinde çıkan nefesin, karıştığı havadan bile kıskandım.”
Sonra da bana. 16. yüzyıl şairi Fuzuli’nin şu beytini gönderdi:
“Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib,
Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır.”
Bugünkü Türkçeyle ifade etmeye kalkarsak: “Ben aşk derdiyle çok mutluyum. Ey Tabip bana beni aşk derdinden kurtaracak bir ilaç verirsen işte o ilaç bana derman değil, beni helak eden bir zehir olur.”
Dilim tutulmuştu adeta. “Bu,” dedim. “Bu Divan şiiri… Gerçek hayatla ilgisi olamaz ki!”
Hafif gülerek karşılık verdi, “İşte onun için anlatmadım, anlatsam da anlayamazdın diye…”
Biraz alınmıştım. “Ben de aşk bilirim,” demek istedim… Sustum…
Sonra o aşkın diğer yarısı, benim için meçhul kişi, yine yazdı. Sanki ağız birliği yapmışlar gibi… Kelimesi kelimesine aynı:
“Siz anlayamazsınız, organizma hissetmediğini anlayamaz.” Ama size yardımcı olabilmesi amacıyla bir anımızı anlatayım. Orhan Seyfi Orhon’un SARAHATEN(TEREDDÜT)adlı şiirini okuyup, bir de bu şiirin bestelenmiş şarkısını Zeki Müren’den dinleyin aynı anda. Bana aşkını ilan etmekteki tereddütünü, bu şiirle dile getirmiş ancak şiiri dahi bana verememiş masasında gizlemiş birinin duygularını anlayabilmek için…”
Hem şiiri okudum hem de bestelenmiş şarkısını buldum. Daha önceleri belki onlarca defa dinlediğim şarkıyı bu sefer bir hikâyeyi gözümde canlandırarak özenle dinledim…
Bir aşığın, sevgisini itiraf ederken ne denli naif, ne denli çekinerek, ne denli utanarak anlattığı şiiri okuyunca, bu iki aşığın hikâyesi o kadar uyum ve anlam kazandı ki zihnimde; sonra bugün sıkça kullanılan “aşkım” hitabını, daha önceleri kullanamamış olmamın nedeninin “gerçek aşkın” ağırlığından kaynaklanmış olduğunu kavradım.
Onların tabiri ile ben anlayabildim mi bilemiyorum ama herkes aşkla ilgili kendi duygularını değerlendirsin diye adı geçen şiiri paylaşmak istedim.
SARAHATEN(TEREDDÜT)
Sarahaten, acaba, söylesem darılmaz mı?
Darılmak adeti, bilmem ki çapkının naz mı?
Desem ki: ‘Ben, seni…’ , yok dinlemez ki, hiddet eder!
Niçin? Bu sözde ne var? Sanki hiddet etse ne der?
Desem ki: ‘Ben, seni pek…’ Ya kızar, konuşmazsa?
Derim: ‘Bu çektiğim insaf edin, eğer azsa…’
Desem ki: ‘Ben, seni pek çok…’ Hayır, kızar bilirim,
Tereddütüm acaba hiddetinden az mı elim?
Desem ki: ‘Ben, seni pek çok…’ Sakın gücenme emi,
Sakın gücenme, eğer anladınsa sevdiğimi…
Not: Bunu söylemezsem eksik kalır anlattıklarımız. Benim, “aşkla” ilgili düşüncelerimi gözden geçirmemi sağlayan meçhul aşık, daha sonraki sohbetlerimizde asla “romantik” biri olmadığımı da ilave etti.